İnsanı diğer canlılardan ayıran bir özellik; kullandığı eşyalara anlam yüklemesi. Hemen hepimizin değişik çeşitleriyle dolabında yer alan beyaz gömlek, bir kıyafetten daha fazlası ve geçmişten günümüze geçirdiği değişimle pek çok ayrı şekle bürünmüş.
Gece gündüz giyilen ve üniforma sayılan beyaz gömleğin gardıropların baş köşesine kurulması normal, çünkü tarihi bizden çok daha eski.
Örneğin gömleğe yaka 1400’lerde geldi; o sırada yaka, gömlekten ayrı satılan bir parçaydı; 1500’lerde gömlekler, yalnız yakası göründüğü için yaka ve ön kısım olarak ‘yarım’ üretiliyordu, 1700’lerde bugünkü tam boy halini kazandı. 1800’lerde yaka ve kol kısmı çıkartılabiliyordu, 1871’de Brown, Davis and Co. şirketinin patentini aldığı düğmeli gömleklerle baş kısmından giyilen giysi, düğmelerle iliklenebilir hale geldi. 1950’de kısa kollu gömleği NASA çalışanlarında ilk kez gördük. Kalemlerimizi koyduğumuz gömlek cebi ise bize 1960’ların bir hediyesiydi.
Queensland University of Technology’de moda üzerine araştırmalar yayımlayan Dean Brough, bize beyaz gömleğin sosyal tarihini anlatırken statü algısının ve dönem koşullarının her şeyi nasıl değiştirdiğini de işaret ediyor bir bakıma.
Eski Mısır’daki buluntulara göre dünyanın ilk giysisi olan gömlek, tarihlerle de belirttiğimiz gibi bugünkü düğmeli, yakalı, klasik ‘düz, beyaz gömlek’ oluncaya dek birçok şekil değiştirdi. Dean Brough’a göre beyaz gömlek, bundan iki yüzyıl önce bir statü sembolüydü. Parfüm, şekerli yiyecekler, takılar, saatler gibi nadir ve zor üretilen aksesuar ve gıdalara o dönem nasıl yalnızca üst sınıf ulaşabiliyorsa beyaz gömleği de yalnızca onlar giyebiliyordu; çünkü Sanayi Devrimi’nin takvimlerde adı geçmemiş, henüz bütün evlere çamaşır makinesi ulaşmamıştı; gömlek yalnız asillerin evlerinde yıkanabiliyordu. Bu sebeple bir gömleğin yakası ne kadar beyazsa o kadar zengin ve rütbeli sayılmak mümkündü. Gömlek, o zamanlar kaftanların, redingotların içine giyildiği için yalnız yakası görülen bir giysi türüydü.
Bu ‘masumiyetin, temizliğin, asaletin’ renginin statü olması meselesi, sonraki yüzyıllarda ‘beyaz yakalı-mavi yakalı’ ayrımını da doğuracaktı: Masa başında çalışan, kendi işinin müdürü üst düzey çalışanlar, üstlerinin kirlenmediğine atıfla ‘beyaz yakalı’ olarak adlandırılacak; fiziksel güç gerektiren, üstün başın kirlenebildiği düşük ücretli işlerde çalışanlar ise koyu renkli kıyafetlerinden ötürü ‘mavi yakalı’ olacaklardı. (Ecevit’le ünlenen ve özgürlük sembolü olduğu söylenen mavi gömlek, halka yakın olmayı da temsil ediyordu.)
Gömleğin yakasının yüksek olması, bir soylu için önemli bir detaydı; fırfır ve volanla boynun neredeyse görülmemesi gerekiyordu (Yüksek kolalı yakalı gömlekler giyen Karl Lagerfeld bu tarihi gerçeği mutlaka dikkate almıştır.), çünkü yaka, soyluları başlarını yazı yazarken aşağı eğen kâtiplerden ayıran bir detaydı. Brough’a göre ‘tepeden bakmak’ deyimi de buradan geliyordu.
19. yüzyıla gelindiğinde fırfırlardan ve Shakespeare’i resmeden gravürlerde görülen gösterişli volanlı yakadan işlevsel olmadığı gerekçesiyle vazgeçildi, yeni bir erkek tipi belirlenirken düz beyaz gömlekler güvenilir erkeklerin üniforması oldu. Endüstriyel üretimle tanışılan bir sonraki yüzyılda ise gömlek soyluların evinden caddelere ve orta sınıfın evlerine taşındı; ulaşılabilir bir nesne haline geldi. Bir gömleğin bembeyaz olması artık eskisi gibi bir anlam taşımıyordu.
Dönemin moda ikonu VIII. Edward, beyaz gömleği reddederek desenli giysiler giyince bir dönem unutulur gibi olduysa da 1924’te IBM’in kurucusu Thomas J. Watson’la yeniden iş dünyasına, bu kez hiç çıkmayacak şekilde yerleşti. İşyerlerinde beyaz gömlek giymek zorundaysanız Sayın Bay Watson’ı suçlayabilirsiniz, çünkü kendisi o yıl bütün çalışanlara beyaz gömlek giyme zorunluluğu getirmişti.
II. Dünya Savaşı yıllarında dünya travmalarla ve yokluklarla tanıştı. Artık eskisi gibi bulunamayan has ipek ya da yüzde 100 pamuklu kumaşlar, orduların askerleri için kullanılır hale gelince halklar için yeni bir alternatif bulmak gerekti: Sentetik kumaşlarla işte böyle tanıştık. 50’ler ve 60’lar, pamuklu kumaş kadar kırışmayan, daha hafif sentetik kumaşlardan üretilmiş gömleklerin hakimiyetiyle geçti.
60’ların sonunda ve 70’lerin başında süssüz erkek gömleklerinin yerini, inanılması güç ama, volanlı ve fırfırlı gömlekler aldı. Uzmanlara göre bunda İngiliz müzik grubu, Spandau Ballet’nin romantik tarzıyla ses getirmesi etkili olmuştu.
Başlarda statü sembolü olma kibrini taşıyan düz, beyaz gömlek, 80’lerde yeniden eski işlevine kavuştu: Güçlü bir imajı perçinlemek isteyen moda anlayışı, güçlü markaların etkisiyle giderek yerleşti. Birçok marka, ne üretirse üretsin, kendi beyaz gömleğini üretmeyi ihmal etmedi.
Bir iş klasiği olan beyaz gömlek, 80’lerle birlikte artık sınırlarını genişletmeye başladı. Aslında buna 60’larda başlanmıştı: Humphrey Bogart’ta ‘tarz sahibini gösterir giysi’, James Bond’da ‘koyu maskülenliğin’ adı olan gömlek, iş dünyasından taşıp gösteri dünyasının kapısından da içeri girdi. Beyaz gömlek ve kravatlarıyla kolejli tarzı temsil eden The Beatles, onu resmilikten uzaklaştırıp müzikseverler arasında da moda kıldı, Patti Smith, ‘Horses’ albümünün albüm kapağı için Robert Mapplethorpe tarafından beyaz gömleğiyle çekilerek onu rock müziğinin bir parçası haline getirdi, The Prince kendisi gibi sıra dışı fırfırlı gömleğiyle resmi olan ne varsa tamamen unutturdu, David Bowie düğmelerini açtığı, fularla tamamladığı gömleğini asi olduğuna inandırdı.
Bugünün beyaz gömleklerinin bizlere söylediği; “Uzaktan aynı görünen ağaçlar, yaklaştığınızda farkını gösterir.” Yaklaştığımızda özel dikim, geleneksel, tasarım gibi sözcükleri fısıldarlar. Beyaz gömleklerle dolu bir mağazada önce hepsine bakıyor, sonra ne iseniz, neyi önemsiyorsanız gizli mesajını hisseder gibi onun temsilcisini çekip alıyorsunuz.